misket

Eskide bıraktığım çocuk halim
   oynasın diye biriktiriyorum 
      şimdi içtiğim rakı şişelerinden çıkan misketleri.

tahterevalli




Velhasıl bir zaman gelecek, ya birimiz kaldıramayacak ya da diğerimiz aşağı düşecek. Dedim ya, dengede duruyorum bir tahterevallinin tam ortasında…




* Tahterevalliden ilk kim kalkarsa yırtar, öbürünün kıçı yere vurur. Küçük İskender

"İçimdeki Şarkıyı Susturamazsın"

(Sezen Aksu "Farkındayım" şarkısı eşliğinde okunabilir.)


Cihan, birinin eski sevgilisi. O yüzden yabancı gelmedi soyadı. Bununla kalmamak lazım ama… Bi araştırmak, önyargısız bi bakmak gerekli.




www.cihanhatipoglu.com sitesindeki yazılarını okudum, “bak bak kimi keşfettim” diyerek birkaç arkadaşa işaret ettim, “yazmış lan kadın!” dedim içimden, alışveriş listeme ekledim. Yani benim için bi reklam şişirmesi, promosyon gazı değildi mesele.



Yer: Kadıköy – Alkım
Tarih: 04.12.2010
Saat: 18.36 (Bu 6 fiyakalı olsun diye yazılmıştır. O sıralardır işte.)

Aç karnına yemeğe giderken, arkadaşları “ya gelsenize 2 dakka” diye çekiştirerek kapıdan girdim.

Görevliye “Cihan Hatipoğlu’nun kitabı var mı? Epsilon’dan” diye sordum.
Çocuk bilgisayardan baktı ve “İçimdeki Şarkıyı Susturamazsın?” dedi.
- Hıh evet o!
- Arkadaki rafta. Müzik bölümünde.

Kısa bi şaşkınlık yaşadım ama çoktan reyona doğru yollanmıştım. Yanımdaki arkadaşa “olm bu kız dj. Kitap sakın müzik kültürü üzerine filan olmasın” dedim. Eğer öyleyse almaktan vazgeçecektim. Çünkü bana göre müzik okunmaz, dinlenir.

Arkadaşlar yardımcı olmak istedi. “Kapağı nasıl?” diye sordular. “Beyaz. Güzel bi kız fotoğrafı var” dedim. Üst raflardaydı. Hemen bulundu.

Alelacele aldım, koşar adım kasaya gittim. Ödedim. Ve çıktım.

Yemek masasında, kitabı çantadan çıkarttım. Fakat kitap poşetli. Arkadaşlardan biri, muzır neşriyat olmasından şüphelendi. Hemen savunmaya geçtim “ne var? Kadınlar da seks hakkında yazabilir. Ne güzel işte.”

Naylonu yırttım. Kitabın içinden bi CD çıktı. Durum anlaşıldı.




Yazılara şarkıdan fon yaparız hepimiz. Lakin bunun ötesinde Cihan, o şarkı sözlerini yazısı ile örmüş. Cihan’ın tavsiyelerine uyuyorsunuz. Kitabı okurken CD dinliyorsunuz. Okurken öyle tuhaf bi hal alıyor ki bu… Şarkı sözünü Cihan mı yazmış, yazıyı şarkıcı mı söylüyor, kitabı mı dinliyorsunuz, şarkıyı mı okuyorsunuz… Karışıyor. Bu durum altüst ediyor insanı. İçinizden bir şeyler kayıyor. (Kopuyor demedim, dikkat! Eksilmiyor, ekleniyorsunuz bir şeylere, birilerine…)

Mazoşist oluyorsunuz Cihan’la beraber. Biliyorsunuz, çünkü ancak aşk yazdırır bunları insana. Sırf bu sebepten bile olsa, teşekkür edilmeli eski sevgililere. Okuyoruz işte sayelerinde :)

Cihan,
yine aşık ol, yine sürün ama güzel üzül!



Not: Kitabın dili çok güzel. Birkaç noktalama işareti dışında, düzeltmeye lüzum yok. Düşük cümleler yok. Redakte edilmesine gerek yok. Son zamanlarda çıkan blog kitaplarına inat, son derece düzgün bir Türkçe ile yayınlanmış. Kolay okunsun, samimi olsun bahanesiyle, Türkçe katledilmemiş yani. Demek ki, bu şekilde yazınca da oluyormuş! Tebrikler & teşekkürler Cihan’a…

senin blogunu seviyorum :)

amelie bana ödül vermiş :) İtiraf ediyorum ki, fazla (aslında hemen hemen hiç) muhabbetim olmayan birinden ödül almak çok hoşuma gitti.

Aslında beni (gerçekte) tanısanız, bilirsiniz. Al gülüm - ver gülüm olaylarından hiç hoşlanmam. Pek fazla övmem de arkadaşlarımı. Genellikle olumsuz, eleştiren bi yapım vardır. Lakin işte ödül konusunda sanki şirinlik yapmaya çalışıyormuşum, herkes bunu biliyor, inandırıcı olmuyor gibi geliyor. (Aslında şirinlik yapmak değil karşılığı. Biliyorsunuz değil mi? Yal...lık!)

İşte bu yüzden zırva sapan şeyler blogundan gelen bu ödül pek keyif verdi bana...





Zor olan kısım ise, ödülü kime vereceğim... Daha önce ödül verdiklerimden biri olmayacağı kesin.

Bu ödülü, penelope veriyorum. Çünkü bir bağımız var. En azından, ben öyle hissediyorum. Birbirimizden habersiz, aynı konuda yazdığımız çok oluyor. Birimiz yazıp, birimiz okurken aynı şeyleri hissediyoruz. Tuhaf. Çünkü değil görüşmek, birbirimizin sesini bile duymadık (henüz). Hatta o dereceyiz ki e-posta trafiğimiz, msn sohbetlerimiz bile yok. Bu kadar yoklukta, inanılmaz varlıktayız.

mim'a Mia

Bazen mim zincirinden çok sıkılıyorum. Resmen "acaba beni mimlemiş midir?!" stresiyle blog okuyorum. Bazen ise çok eğleniyorum. Kimse beni mimlememiş olsa da, kendi kendime "katılayım" diyorum. Dengesiz ruh halim işte...

Mimleri sevdiğim zamanlarda, ilk olarak blogun sonuna bakıyorum. Mimlenmiş miyim? diye. Eğer işaretlenmişsem, mim yazısını okumuyorum. Sadece sorularına bakıyorum ve kendi cevaplarımı yazıyorum. Sonra bloga dönüp okuyorum. Etkilenmemem lazım çünkü :S




Benim gibiler için mimlediklerimi şimdi yazıyorum. Her zaman ki gibi alfabetik sıra ile:

3Günlük
Antika İnsan ve Maceraları
Saçma Sapan Blog / Incurably Himself
SEZİ-YORUM
TuTsİ'den

Erkekler takımı oldu bu da :)




Beni bu sefer Mia Wallace mimlemiş.

İşte cevaplarım...


  • En sevdiğiniz kelime: Merhamet veya Vicdan. (Acıma değil, dikkat!)
  • Nefret ettiğiniz kelime: ”Aşkımmm” ya da “aşkitooom” Dudaklarını büze büze bi kadının, bi adama söylediğini hayal ediniz!
  • Ne sizi heyecanlandırır: Aşk
  • Heyecanınızı ne öldürür: Büyük yalanlar. (Herkes yalan söyler ama ciddi konulardaki yalanlar önemli bence. Onlar söylenmemeli.)
  • En sevdiğiniz ses: Meme emen bebeğin “cokksss coksss” sesleri.
  • Nefret ettiğiniz ses: Ambulans sireni
  • Hangi mesleği yapmak istemezsiniz: Bankacılık ve muhasebecilik. Asla!
  • Hangi doğal yeteneğe sahip olmak istersiniz: 6. Hissim olsa süper olurdu. (Doğal yetenek sayılır mı?) Gerçekçi bir yetenek söylemek gerekiyorsa, güzel yazı yazmak isterdim. Hattat gibi. (El yazım felakettir. Doktor reçetesi ile kapışsam açık ara kazanırım.)
  • Kendiniz olmasaydınız kim olmak isterdiniz: Annem
  • Nerede yaşamak isterdiniz: Istanbul. Aşığım.
  • En önemli kusurunuz: Gözlerim sorunludur. Geceleri filan takılırım oraya buraya. Azıcık da arızalıyım. (Bu, hemen belli olmuyor. Gizleyebiliyorum.)
  • Size en fazla keyif veren huyunuz: Bulamadım :S
  • Kahramanınız kim: Babam
  • En çok kullandığınız kötü kelime: s.ktir (Bazen iyi dileklerimle söylüyorum. Bazen küfür olarak.) Bir de minik var. (a.k. in sevimlisi.)
  • Şu anki ruh haliniz: Bu aralar gerginim. Bu mimi okurken & yazarken eğlendim ama...
  • Hayat felsefenizi hangi slogan özetler: Kimse kimseyi değil, herkes kendini adam eder.
  • Mutluluk rüyanız: Kelebekler Vadisi gibi bi koyda çıplak güneşlenip, denize giriyorum. Kimsenin olmadığından çok eminim. (Her zaman gördüğüm bi mutluluk rüyam, bi de sıkıntılı rüyam vardır. İkisi de değişmez.)
  • Sizce mutsuzluğun tanımı: Sevdiklerimin ölmesi ya da (önemli bi konuda) üzülmesi.
  • Nasıl ölmek isterdiniz: Dalıyorum ama boğularak ölmekten çok korkuyorum. Gün yatak, 3. gün toprak ideali.
  • Öldüğünüz zaman cennete giderseniz Allah'ın size ne söylemesini isterdiniz: ”Evet, her şey düşündüğün gibiydi…”

rüya tabiri

Biriyle beraber olurken, sadece bana davranışlarına baktım...


Sen nasıl davrandın? Bana naptığının farkında mısın?

Kabul, başta istediğini sandım. İlgilendiğini, düşündüğünü, özlediğini. O korktuğum büyük laflardan ettin. Sadakat gibi, aşk gibi. Çok inandırıcıydın, hem ben de inanmak istedim. Ayağımı frenden çektim...

Ve sen bulutların üstünden, birden bıraktın beni. Üstelik tutmayacağını haber bile vermeden. Hazırlıksız yakalandım. Hani insan, rüyasında yüksekten düştüğünü görür ama hiç yere çarpmaz ya. Tam çarpacakken birden havada asılı kalır. Asılı kalacağımı sandım. Daha doğrusu, senin bi yerlerde beni tutacağını.

Tanıştığımız akşam, bana “sevgilin olacak bi erkekten ne beklersin” diye sormuştun. 3 Şey saymıştım, birkaç şey anlatmıştım. En önemlisi, merhamet... İyi ol, sağ ol, uzak ol diye bir şey duydun mu hiç? Çok insanca bir şey. Sadece, karşıdakinin iyi olduğunu bilmek, nefes aldığını bilmek, merhamet yani işte… Çok kırıldım. Bir iyi yolculuklar bile dilemiyorsan, zaten bir şey hissetmemişsindir. Bana bir şey olsa üzülmeyeceksin!?... Ben Cumartesi sabahı Bodrum’da yere çarptım. Demek ki rüya değilmiş...

O yüzden sana o sms’i attım. Görmek istedim ama sevgili olmak istediğimi sanma diye… Farklıyız biz, kabul. Pes ettim.

Belki sen de haklısın. “Bitti” diyeceğin bir şey yok belki de. Haklısın çünkü 13 Şubat’ta arayıp bana “yarın sevgilinle olursun. Bugün görüşelim.” dediklerinde, ne diyeceğimi ben de bilmiyordum. İnsan durumu idare etme, geçiştirme, savuşturma pratikleri yapıyor. Kendime “aferim lan, iyi kıvırdın” dedim kaç kere...

Senle ilgili ne zaman “ben olsaydım...” desem, olduğu yere çöküyor her şey. Ben olsam, bana kıymazdım. Ben başkasına da kıyamadım hiç. Ne zaman empati yapsam dağıldı her şey. İçimdeki küçük kadınlar saklandılar hep. Kaleden ne kadar uzaklaşırsam uzaklaşayım şimdi saklandıkları yerden çıkıp sobelemiyorlar...

Bilmediğimi mi sanıyorsun? Beni saf mı sanıyorsun?

“Zaman ver” deyip durdun. Şimdi istediğin kadar zamanın var ama ilişkiler böyle kurulmaz, böyle yürümez. Kimse köşe yastığı olmak istemez. Kimse mutluyken sırtını yaslayacağın bi şey olmak istemez.

Kimseye “sen bekle, halledip geleceğim” diyemezsin. O çözülmesi gereken şeyleri -her neyse- hallettikten sonra kimseye gidip “hadi başlayalım / devam edelim” diyemezsin.

İlişki nasıl bi şeydir biliyor musun?

Karşıdakine her halini gösterebilecek kadar güvenmek... Seni kusarken de görür, sarhoşken de, koca göbeğini, sarkmış memelerini, ciyak ciyak ağlarken, makyajsız, reglken, hastayken, k.çında dereceyle, sinirliyken vs.

“O da insan” dersin. “Herkes hata yapar” dersin. İnsana özgü bunlar. İnsana yakışır.

Kimse kahraman değil. Sıradan insanlarız biz.

Hep güçlüyü oynuyorsan, sıkıntını anlatmıyorsan, zayıflığını göstermekten korkuyorsan, ilişki filan yoktur. Demek ki yakın değilmişiz. Eyvallah... Anladım...

Bana laf ediyordun ama aslında beni hayatına almayan sensin.

Daha önce söyledim. Benim adıma karar veremezsin. Sen söylersin, karşı taraf karar verir. “Senin için iyisi bu” di-ye-mez-sin...

Yine aynı şey olduğuna göre bunun anlamı açık. Merak etme kendimde olacağım. Emin ol yazmam ve aramam. Telefonum cebimdeymiş, yere çarpınca kırıldı :)

Kimse yok işte olm. Kendine sahip çıkacaksın. Kendini üzmeyeceksin. Başkası azına s.çsın önemli değil ama kendinle giriyorsun yatağa. Kendine bakıyorsun aynada... Ötesi var mı? Yok!

Tanrı dedi ki; “bu da senin dersin... Al!”

Çok isteyince olmuyor. Ya da her istediğin olmuyor. Yahut istemek yeterli değil. Olmayınca olmuyor. 


Kader / kısmet neyse işte adı. Teslim et / helal et hakkını. Bırak.

Büyümek bu... Hepsi bu...

Hoşçakal...

ad'sızım

Ad: “Adıyla yaşasın” derler. Lakin adıyla ilgisi olmayan ne kadar insan varsa tanıştım bu yaşıma kadar. Hiçbir dileği yerine gelmemiş Murat’lar, bir gram gülümsemekten aciz Gülnur’lar, son derece girgin Naz’lar, soğuk nevale Arzu’lar, depresyondan çıkmayan Mutlu’lar, sıska Gürbüz’ler, kaba saba Zarife’ler, korkak Cesur'lar, ürkek Kahraman'lar, düpedüz salak Zeki’ler, bi türlü güvenilmez Emin’ler…

İnsanların isimleri özeldir benim gözümde. Ola ki yanlış söylesem ya da yazsam üzülürüm mesela. Kırmışım gibi gelir. Sanki sevişirken eski sevgilimin adını ağzımdan kaçırmışım gibi ezik hissederim. Hemen ısrarla özürler dilerim. Karşımdaki de muhtemelen deli olduğumu düşünür.

Tabi buraya kadar olan bölüm gerçek hayattı…

Sanal dünya ise aşağıda…

Mahlas: Mecbur kaldığımda, kullandığım… Hani bazı (güya) ciddi siteler tutturur ya ille de kendi adınız-soyadınız ile üye olacaksınız! diye. Hıh işte oralarda uydurduğunuz ad ve soyada Mahlas denir. Henüz mahlasınızın doğru olup olmadığını anlayacak bir sistem yok. Rahat olun yani.

Mahlas ile Rumuz farklıdır.

Rumuz: Lakaptır. “Leb” demeden rumuz mesela :) yabancıların nick dedikleri. Yaratıcılık en çok burada ortaya çıkar.





Evet bu kısa bilgilendirmelerden sonra gelelim konuya.

Ben yazıyorum, siz okuyorsunuz. (Eksik olmayın tabi ama aslında size yazmadığımı biliyorsunuz değil mi?)

Özel hayatımı yazıyorum, sevgilimi, yakın arkadaşlarımı, iş hayatımı. Bunları okumak hoşunuza gidiyor. Samimi olmamı bekliyorsunuz.

Peki bunu rumuz kullanmadan nasıl ve neden yapayım?

Aynı zamanda adımı-soyadımı bilmek, fotoğraflarımı görmek, hatta gerçek hayatta nerede çalıştığımı, nerede oturduğumu, telefon numaramı da öğrenmek istiyorsunuz.

Hem cam kenarı olsun, hem yolda dursun. Annenizi de mi göreceksiniz? Oldu!

Ben mi deliyim yoksa siz mi? Neden kendimi bir dolu ruh hastası insanların içinde deşifre edeyim?

Yani adımı soyadımı bildiğinizde daha mı gerçek oluyorum? Fantezi dünyanızı yıkmak istemem ama bunları bir robot yazmıyor. Kanlı canlı (üstelik de güzel) bir el yazıyor. Sahibinin isminin önemi yok.


Birinin ha çıplak fotoğraflarını yayınlamışsınız, ha adını-soyadını deşifre etmişsiniz. İkisi de aynı şey. İkisi de kişilik haklarımıza saldırı.

Bi kadın tacize uğradığında “napalım canım. O semt de öyle. Gecenin o saati gezmeseydi orda. G.tüne kadar etek de giymeseydi” diyen sizsiniz. Lakin sanal dünyada, beni çırıl çıplak soyup ortaya atmak istiyorsunuz.

Benden ad-soyad açıklamamı bekleyenler, iki yüzlüsünüz!

blog ödülü

İlk kim verdi, kime verdi bilmem... Bana Kalbimden Sızanlar... blog sahibesi Zeyno'dan geldi.


Şimdi bu ödülü sağ elimle alıp, sol elime veriyorum. (Yoksa tersi miydi lan?) Böylece kendimden haberim olmuyor. Yani ödül aldım diye havalanmadım. Ben, aynı benim. Zaten ayaklar, nadir yere basıyor. Nihaheho...

Yalnız ödülü, Göze Gelenler'den başka bloglara vereceğim. Sebebi de şu; okumanızı tavsiye ettiğim o listede günlük tarzında yazılmış bloglar yok. Sanmayın ki bu tip blogları takip etmiyorum. Ediyorum. Lakin önerdiğim bloglar biraz daha farklı. Anladınız işte ne demek istediğimi :)

Velhasıl işte bu durumu düşünerek, vicdanım da sızlamasın diye, ödülü günlükçülere veriyorum. (Gerçi takip etmediğiniz var mı bilmem ama...)

Dürüst olmam gerekirse, bu bloglar içinde daha önce ödül alanlar var mı bakmadım. Varsa, kusura bakmasınlar artık.

Tabi ki alfabetik sıra ile:


Birden fark ettim ki; hiçbir erkeğe ödül vermemişim :) Kızlar takımı olsun bu seferlik.



İtiraf Notu: Bu blog ödülü resmi de çok çirkin bir şey :)))

B.B.

Yazının şarkısı budur. Dinleyerek okuyunuz.


Bu blogdaki yazdıklarımın çoğu ona adandı. Çok normal. Ben de 5 yıl boyunca ona adanmıştım…


Arkadaş grubunda tanışmıştık. Hani ilk anda bi etkilenme olur, sesin kısılır kelimenin ortasında, elin titrer sigaraya uzanırken, gözlerini kaçırırsın sebepsiz yere ve de o fark eder her seferinde, arkadaşlar sevgilin olmadığını sıkıştırırlar cümle arasına ama cümle uçar gider de sevgilin olmadığı asılı kalır havada uzuuun süre, nedense söylediği her şey gülümsetir (sadece) seni, kazayla bi yerine dokunsan özellikle yaptığını sanacak diye panik yaparsın ve asıl bu panik halin göze batar, en nihayetinde gecenin sonunda aranızda söylenmemiş tek şey aslında herkesin bildiği tek şeydir ya… Üzgünüm. İşte bunların hiçbiri yaşanmadı aramızda…

Arkadaştık. Arkadaş gözüyle baktık birbirimize. Telefonlaştık. Mesajlaştık. Mailleştik. Bu sıralarda birbirimize eski sevgililerimizi anlattık hatta. İşteki durumlardan bahsettik. Bazen geyik yaptık, güldük eğlendik. Yuvarlanıp gidiyorduk yani özetle. Taaa ki…

Taaa ki, bi görüşme sonrası ayrılırken dudaklarıma eğilinceye kadar. Sadece eğildi, sıfır temas. O kadar sıfırdı ki, emin olamadım. Bi teşebbüs müydü? Yoksa bana mı öyle gelmişti?

Dayanamayıp SMS attım: “beni öpüyor muydun, yoksa?”
“Dalmışım. Sadece benim mi öpüyor olacağımı düşünüyordum o sırada. Eğildiysem bundandır. Kusuruma bakma :)”

Böyle başladı işte. Hiçbir şey değişmedi oysa… Yine arkadaştık. Ek olarak… Ek olarak sevişiyorduk.

B.B. ilk seviştiğim erkek. Ve doğru kodladı beni…

Aslında çok şanslıyım ben. İlklerin insanı kodladığına inanırım. Yani bi şeyi ilk kez yaşıyorsanız, o diğer seferlerin tümünü etkiliyor. Bu yüzden, ilkinde doğru adım atmalı insan. Çoğu kez bu adım seçimlerimizle ilgili olmasa da…

İlk sevdiğim erkek Cenk’ti. Duygusal anlamda çok doğru kodladı beni. Cenk’ten sonra başkalarıyla da çıktım elbette ama sevgilim olmadılar asla. Çünkü Cenk’teki olgunluğu bekledim hepsinden. Olmayınca da ayrıldım. Neyse, bunlar bu yazının konusu değil…

İnşaat sektöründeydi B.B. Şantiye nerede, benimki orada. 6 Ay, 1 sene, şehir dışı, yurt dışı. İşin tuhaf yanı; hiç mi hiç kıskanmadım onu. Sanırım, önce arkadaş olarak tanımamdan kaynaklandı. Ne “başkasıyla yatıyor mudur acaba?” diye düşündüm, ne de “başkasıyla çıkıyor mudur?” diye. Onca kilometreye rağmen…

Beni sevdiğini ve tabi ki onu sevdiğimi anlamam da kolay oldu böylece. Mesafeler sayesinde… Antalya’da iş almışlardı. 4 gün yanına kaçmıştım. Dönüşte otobüsüm kalkarken, o bakışıyla anlamıştım. Bir lokantanın tuvaletinde düşüp başımı lavaboya çarptığımda ben değil, o ağladığında anlamıştım. Rusya’da Allah’ın unuttuğu bi yerde, dizlerine kadar karlar içinde yürüyüp, sabah okuduğumda gülümseyeyim diye bana mail attığında anlamıştım. 30 Yıllık ömründe bir yumurta kırmamış adam, sabah mükellef bi kahvaltıyı yatağa getirdiğinde anlamıştım. Sinirden delirttiğim zamanlarda alnındaki damarları gördüğüm halde, bana karşı ses tonunun değişmemesinden anlamıştım.

O ise “git öp çabuk onu!” dediğimde anlamış onu sevdiğimi. Kardeşiyle kavga etmişti. Büyük bi kavga. Aslında konunun ne olduğunu bile bilmiyordum. Bildiğim tek şey; B.B.’nin hatasını kabul ettiği ve üzgün olduğuydu ama abiler özür dilemezdi! Daha doğrusu öyle sanıyordu. Özür dilemesine gerek yoktu ki, öpse kafiydi. Ve bunu yapmasaydı, çok ciddiydim ki onu aramayacaktım.


Ayrıldık. Aynı trendeydik ama farklı yönlere gidiyorduk. Farklı kıyılara varıyordu, içinde olduğumuz vapur. Otobüsümüz farklı yollardan gidiyordu. Nasıl saçma bi anlatım oldu, farkındayım ama olan buydu…

Şimdi, ulaşabileceğim bi yerde. Ben korkuyorum oysa, “ne haber?” demeye. Korkuyorum çünkü o artık evli, bir de kızı var. 2. Kez baba bile olmuş olabilir… Yanlış anlamasından korkuyorum. Bi ihtimal görüşmekten korkuyorum. Düzenini bozmaktan, aklını karıştırmaktan korkuyorum… Köstebek gibiyim. Tünelime kaçıyorum…

Şimdi yazacağım birkaç cümle ona;
İtiraf ediyorum, seni kırmak ve kızdırmak için söylemiştim.
Hiçbir şeyden pişman değilim…
Ve kendime iyi bakıyorum. Senin istediğin gibi…

İmza
kadının

Cenk

Yazının şarkısı budur. Dinleyerek okuyunuz.


Bir bebeğe isim koyarken “adıyla yaşasın” derler. Sevdiğim laftır benim de. Oysa adıyla ters bir hayatı vardı ve adıyla ters oldu ilişkimiz. Hiç savaşmadık. Hiç sevişmedik de…

Adada tanıştık. Garip ama hangisiydi hatırlayamıyorum, Büyükada, Burgaz, Heybeli... İşte biri… Lisenin son günlerinde okul kırdık arkadaşlarla. O da arkadaşlarıylaydı. Gruplar arasında laf atmalar filan derken… Yanıma geldiğini hatırlıyorum, en son kalkarken. Üzerinde kot, uzun kolları katlanmış bir gömlek ve spor ayakkabılar vardı. Çok serseri duruyordu. Oysa ses tonu ve söyledikleri bambaşkaydı. Hayır, ”1 dakka gelir misin?” demedi. Tüm arkadaşlarımın içinde dikildi karşıma. “Merhaba, ben Cenk” dedi gözlerimin içine baka baka. Cevap beklemeden devam etti “biz kalkıyoruz şimdi. Bu telefon numaram. Beni ararsan sevinirim. Çünkü tanımak istiyorum seni.” O zamanlar kızlardan telefon istenmezdi. Erkek numarasını verir ve beklerdi…

Lise 2’nin 2. döneminde psikoloji defterimin arasından çıktı, telefonunu yazdığı o kağıt. Ararken kim olduğunu bilmiyordum. Tamamen unutmuştum. Okuldan biri diye tahmin ettim. Aradım. “Merhaba” dedim, “bende numaran var. Biliyorum çok ayıp ama seni hatırlayamadım?” Ve “…seni?” der demez (o zamanların moda deyimiyle) birden düştü jetonum. “Oysa ben aylardır aramanı bekliyordum” dedi. İnanılmaz sıcak, inanılmaz samimiydi.

İkimiz de gençtik. Üstelik ben hem de çocuktum…

Görüşmeye başladık. Aramızda 3 yaş vardı. Babası İtalyan, annesi Türk. Özel okuldaydı. Maddi durumu gayet iyiydi. Lakin öyle düşündüğünüz gibi değildi. Zengin p.çlerinden yani, öyle değildi…

Haftada en az bir gece görüşürdük. Ailem, arkadaşlarına akşam yemeğine giderdi. Ben de evden kaçardım o gecelerde. Delikan durumu işte. Ne cesaret halbuki! Benden önce gelip, evde beni göremeseler kim bilir nasıl delirirlerdi.

Yol yordam bilirdi Cenk. Evden alır, eve bırakırdı. O zamanlar bir lise öğrencisinin altında, devamlı araba olmazdı. 2-3 kez çıktıktan sonra beni arkadaşlarıyla tanıştırdı. Hepsi bana prensesmişim gibi davrandı. Tek sorun, benim o zamanlar çok tutuk olmamdı. Şimdi size imkansız gibi gelebilir ama bildiğiniz içine kapanıktım. Çekingendim. Sessizdim. Bir şey sorulmadan konuşmazdım. Nadiren anlaşamasak, hani tartışır gibi olsak iyice susardım. Cenk ise tam tersimdi. Çok değil ama konuşurdu. “Bak böyle yapma. Sen susarsan nasıl halledeceğiz biz bunu? Sorunlarımızı açıkça konuşmalıyız” gibi cümleler kurardı. O zamanlar, gözümde amca olurdu :)

O yıllarda, haplar vardı. Duyardık, bilirdik… Bir gün denemek istedim. Gerçekten çok merak ediyordum. B.k vardı! Velhasıl işte o zamanlar çocuktum. Cenk’ten istedim. Çevresi genişti, bana bulurdu. Kendimce 2 de şart koştum. 1 Parasını ödeyecektim, çünkü sorumluluğu bana ait olmalıydı. 2 Yalnızken deneyecektim, çünkü saçma sapan şeyler yaparsam rezil olmak istemiyordum. “Birincisini kabul ederim ama ikincisini asla. Yalnız kullanmayı unut!” dedi. Belki benim için korktu. Belki de hatta kuvvetle muhtemel, kabul etmeyip vazgeçeceğimi tahmin etti. Yanılmadı, bildi.

Çocuktum demiştim ya, beni o büyüttü. Yani nasıl sevgili olunur, ilişki nasıl bir şeydir, nasıl yaşanır duygular, vs. Tüm bunlara rağmen “sevgilim” diyemem Cenk’e. Çünkü aşk; beyin, kalp ve ten işidir. Oysa dedim ya; biz hiç sevişmedik. Çok sevdik ama…

Sevişmedik ama istemediğimizden değil. Ben, 18 yaşından küçük olduğum için. Sinir olgunluklarından biri daha…

1.5 Sene sonra İtalya’da yaşamak istediğine karar verdi Cenk. Ben de liseden mezun olmuştum. “Sen de gel” dedi. “Bunun için evlenmemiz gerekiyorsa evleniriz de…” Orada iş adamlarının çocuklarına özel Türkçe dersi verecektim. Hem ben de İtalyanca öğrenecektim. Zaten para sıkıntımız yoktu. Maksat benim boş oturmamamdı. Sonra başka işler de bakılırdı. Bla bla bla… O her şeyi düşünmüş, planlamıştı…

Hayat bazen V şeklinde önünde açılıyor insanın. Sen bir seçim yapıp, bir yola sapıyorsun… Sonradan görüyor bu, geçmişe baktığında... İşte o tek andı hayatımda...

Lisede İngilizce okumuştum. Cenk’ten öğrendiğim birkaç kelimeyi saymazsak, hiç İtalyanca bilmiyordum. Ailem ve arkadaşlarım buradaydı. Bla bla bla… Evet, bildiniz. Tebrik ederim! Bunlar hep kulptu. Aslında; korktum.

Cenk gitti. Hayatına devam etti… Ben Türkiye’de kaldım. Yaşadım...

Tabi birden bitmiyor. Zaman alıyor. Arada sırada Türkiye’ye geldiğinde görüştük. Dedem vefat ettiğinde duyup aramıştı misal. Önemli bunlar. Özel.

Sonra zamanla koptuk. Şimdi nerededir, ne yapıyordur hiçbir fikrim yok. Nedense İtalya’da olmadığını düşünüyorum. Sanki birden esmişlerdir ona. Çekip gitmiştir mesela Brezilya’ya ya da ne bileyim Fransa’ya.

Her nerede olursa olsun, şimdi yazacağım 3-5 cümle ona;
Sana aşık olmadım ama seni çok sevdim. Sen, bana sevmeyi öğrettin…
Kim bilir, aşık olurdum belki aşkı öğretseydin... 
Çok mutlu olmanı dilerim…


İmza
öğrencin






Yazının fikir annesi Penelope... Teşekkürler...

ironi





Aşkından öldüğüm insanlar, başıma silah dayasan aşık olamayacağım insanlar. Aşk çok ironik. 
:S

Zeyno'dan gele'mim, Lazanya'ya gide'mim

Birkaç gün önce, Kalbimden Sızanlar blog sahibesi Zeyno beni mimledi.





2 Mim konusu var.


İlki; masaüstü (wallpaper) görüntüsünde ne olduğu. Bende aşağıdaki 3D tema var.




BumpTop adında bir programı indirip kurdum. Tek 3 boyutlu tema bu değil. Yüzlerce tema var. İstediğinizi seçiyorsunuz. Tavsiye ederim. Gerçekten güzel duruyor ve kullanımını da çok sevdim ben. (Bu ara simgelerim farklıdır. Onları da bi yerden bulup yüklemiştim vaktinde.)


Gördüğünüz gibi masaüstüm gayet derli topludur. :)



Bu mimin diğer konusu ise, Bir gün içinde sevdikleriniz için neler yaptınız?

  • Dünyalar tatlısı, annemin deyimiyle kedilerin meleği, yaşlı ama hala çok zarif Kızım’ı sevdim. Gırıldattım…
Seni seviyorum Kızım.

  • Annem, doktora götürdüm. Ben araba kullanırken karışmasına, hiç kızmadım. Gerçi bunlar görevim zaten. Sayılır mı bilmem.
Seni seviyorum anne.

  • Burada şimdi ismini ya da rumuzunu vermeyeceğim, eski sevgilimi düşündüm. Sadece düşündüm ama… Yazmadım ya da aramadım. Bu da onun için yaptığım iyi bir şey :)
Seni sevmiştim ...

  • Yaşlı bi amcayı karşıdan karşıya geçirdim. Daha önce tanışmıyorduk. Sonra da tanışmadık. Peki bu sayılır mı?
Tam da sevecektim yaşlı amcayı.

  • Sonra deli gibi yağmur yağarken araba kullandım. Hiçbir yayayı ıslatmadım. Yağmurdan zaten ıslaktılar ama olsun. Benden bulmadılar.
Bu kalabalık içinden birini sevebilirdim.

  • Tanıdık tanımadık birilerine iyilik yaptım da, en sevdiğimi unuttum. Lan salak kadın. Kendin için de bir şey yapsaydın keşke.
N’olursa olsun kendimi seviyorum!





Şimdi sıra birini mimlemeye geldi. O da sensin Lazanya :)

Bookmark and Share